adscode
adscode
adscode

İsveç sandviç Lenin virüsü

Stockholm Merkez İstasyonu nda bizi kuzeye ülkenin ortasına doğru bir yere götürecek olan trenin kalkmasından yirmi dakika önce vardık perona. Saniye şaşmaz buralarda trenler

İsveç sandviç Lenin virüsü

Stockholm Merkez İstasyonu’nda bizi kuzeye, ülkenin ortasına doğru bir yere götürecek olan trenin kalkmasından yirmi dakika önce vardık perona. Saniye şaşmaz buralarda trenler; bunu biliyoruz. “Hadi biraz sandviç (smörgas) alalım” dedi karım; kızla birlikte “smörgas” almaya gittiler, benle oğlan peronda bir banka oturduk.

Buradan ülkenin tepesine uzanan tren hattı, vaktiyle Avrupa’yı Rusya’ya bağlayan en önemli sınır kapısı olan Tornio’da son bulurdu. Yüzyılın başında trenle bu şehre gelmişseniz ve niyetiniz Rusya’ya geçmekse eğer; mevsim yazsa ya nehir üzerinde mekik dokuyan teknelere, mevsim kışsa eğer atlara ya da kızaklara binmek zorundaydınız.

Peki bu bilgi nereden geldi aklıma?

İsveçlilerin dünyaca meşhur “smörgas” dedikleri sandviçleri ve biraz sonra çıkacağımız tren yolculuğu vesile oldu bu denemeye.

İşte burada, belki de bulunduğumuz peronda, aynı hat üzerinden, üç bölgeye ayrılmış olan İsveç’in Norrland bölgesinin sınır şehri Tornio’ya gidecek bir gece treni, bundan tam 116 yıl önce, 14 Nisan 1917’de, Winston Churchill’in deyimiyle Almanların gönderdiği bir “veba virüsünü” taşımıştı Rusya’ya. “Virüsün” adı Lenin’di ve o da bizim gibi giderken bol miktarda “smörgas” almıştı yanına.


Bu Stockholm’ü ilk ziyareti değildi keçi sakallının; ilk defa 1906 yılında Rus Sosyal Demokrat Partisi’nin kongresine katılmak için gelmiş, bir sene sonra bir kez daha yolu bu şehre düşmüş, 1910’da bir kez daha gelmişti. Bütün bu seyahatlerinde en bayıldığı şey, İsveçlilerin meşhur “smörgas”ları olmuştu her defasında.

*

Oğlumla beraber oturduğumuz bankın yukarısında, tepemizde devinip duran Avrupa’nın en düzenli, en temiz, en renkli, en vakur, en “janti” şehri Stockholm var.

İki günden beri neredeyse aynı muhitteyiz, fazla uzaklaşmadık merkezden. Merkez dedikleri Sergel Meydanı (Hani Tunç Okan’ın Otobüs filminde gözleri fal taşı gibi açılmış Anadolu köylüsü dolu otobüsün park edildiği meydan), modern şehri eski şehre (Gamla Stan) bağlayan Drottninggatan (Kraliçe Caddesi)’nin oralar… Biraz da beni “Lenin” bahsine götüren de, tarihin gördüğü bu en büyük örgütçünün, bu en büyük polemik ustasının 1917 Nisan’ında, hatta tam tarihi verecek olursam 13 Nisan’ı 14 Nisan’a bağlayan geceyi burada, daha o zamanlar inşa edilmemiş bu meydanın bir köşesinde bulunan Hotel Regina'da geçirmiş, Drottninggatan’da alışveriş yapmış olmasıdır biraz da…

*

Daha önce yazdığım “Mühürlü Tren’in Yolcuları” başlıklı yazıda, Lenin ve arkadaşlarının Zürih’ten kalkan bir trenin mühürlü bir vagonunda (hiç kimse belgelerini sormasın, Alman topraklarını boydan boya kat ettiği anlaşılmasın, karşıtları onu Alman ajanı ilan etmesin diye vagonu mühürlemişti Alman devleti pazarlığa bağlı kalarak) yaptıkları yolculuğu ayrıntılı anlatmıştım. Bu yazıda, yolculuğun Stockholm ayağında kalacağız.

Fin asıllı İsveçli gazeteci Staffan Bruun’un bu meseleye dair makalesi rehberlik yapacak bize.


*

Zürih’ten kalkan ve Almanya’yı boydan boya kat ederek Baltık kıyısına ulaşan “Mühürlü Tren”nin öteki yolcuları kapalı vagonda devrimci marş söyleyip sigara içerken Lenin’in kafasında binlerce tilki dolaşıyor, birisinin kuyruğu ötekine değmiyordu… Savaş bütün cephelerde kıyasıya sürüyordu. Attila İlhan’ın deyimiyle “yeraltı örgütleri tetik üstünde”, her yerde “ihanet bir bilmece” olmuş dolaşıyordu. Bütün bu hengamenin içinde Lenin oturmuş devrim planlıyordu. Savaşı, Avrupa’da büyük bir iç savaşa dönüştürecekti. İşçi sınıfı silahlarını burjuvazinin kalbine dayayacak, büyük bir patlamayla burjuva iktidarı önce Rusya’da, sonra da Avrupa’da yoldaşı Troçki’nin deyimiyle “tarihin çöplüğüne” atılacaktı. Savaş üçüncü yılına giriyordu ve Lenin 46 yaşından gün alıyordu. Avrupa savaş yorgunuydu. Sefalet diz boyuydu. Herkes kendi siperinde ateş edecek düşmanını gözlüyordu. Lenin’in dediği olmamıştı, işçiler kendi ülkelerinde, kendilerini sömüren kapitalistlere silahlarını doğrultmamış, başka bir ülkeden, başka bir cephede yer alan kendi sınıfından başka birisine doğrultmuştu tüfeklerini. Bu işte bir terslik vardı ya, yine de “bütün ülkelerin işçilerini birleştirmenin” bir yolu bir yerlerde duruyordu.

*

Her şeyiyle komünistti Lenin. İliklerine kadar Marksizm’e ve dünya devrimine inanıyordu. Ama müziği de çocukları da kedileri de seviyordu. Bu onun en zayıf yanıydı, onu yumuşatıyor, sertliğini törpülüyordu. Oysa o sert kalmak istiyordu. Ama işte Beethoven’in Piyano Sonatı aklını başından alıyordu. Dinlese devrimci faaliyetten alıkoyuyordu onu, dinlemese ruhu kararıyordu… Bu müthiş ikileme dair şunları söylemişti:


“Apassionata’dan daha büyük bir şey gelmiyor aklıma. Onu her gün dinleyebilirim. Ama bunu her gün yapamam. Beni yumuşatıyor ve gereksiz bir nezaketle beni aptallaştırıyor. Önüme gelenin kafasını okşamak istiyorum o zaman. Oysa her kafa her zaman okşanmaya gelmez, hiç beklemediğiniz bir anda okşadığınız elinizi koparabilirler. Okşamak yerine kafaya sertçe yumruğu indirmek lazım.”

*

Lenin’i Zürih’ten Rusya’ya götürme fikri Almanya’nın yeni Dışişleri Bakanı Arthur Zimmerman’ın kafasından çıkmıştı. Sibirya’da bir sürgün kampından kaçarken, isim yeri boş bulunan bir sahte pasaporta, kendisine eziyet eden “Troçki” adlı bir gardiyanın ismini yazarak o günden itibaren bu adla anılan Lev Davidoviç Bronştayn büyük bir iş görmüş, Bolşevik Devrimi’nin altlığını hazırlamış, son darbeyi Lenin’e bırakmıştı. (O zamanlar Troçki devrimin, Lenin partinin lideriydi!) Lenin de yoldaşlarına haber salmıştı, sakın Menşeviklerin oyununa gelmeyin, burjuva iktidarına ortak olmayın, yakında “bütün iktidar Sovyetlere geçecek” diye sıkı sıkıya tembihlemişti. (HDP’nin 2015 seçimlerinden sonraki koalisyon görüşmeleri sırasındaki tavrı Leninizm’den mülhem miydi yoksa?) Almanlar bu büyük örgütçünün dediğini yapacağını görmüştü. Ancak bu keçi sakallı herif Rusya’nın parçalanmasını hızlandırabilirdi. Rusya parçalanırsa, Almanya Doğu cephesinde en büyük düşmanının hakkından gelmiş olacaktı. Lenin, Almanların teklifini başta şüpheyle karşıladı. Şiddetli savaşın tam ortasında Rusya’nın baş düşmanından yardım alması akıl kârı değildi. Hain olarak damgalanabilirdi. “Mühürlü Tren” çözümü bu yüzden bulunmuştu!

*

“Mühürlü Tren”in yolcularını Drottning Victoria Vapuru İsveç topraklarına ulaştırdı. Yolculuk beş saat sürdü. İsveçli komünistler karşıladı onları, Malmö’de Otel Savoy’da yapılan kahvaltı tam bir şölen havasında geçti. Rus devrimciler açtı, somona, çavdar ekmeğine, jambona, yabani meyvelerle tütsülenmiş geyik etine, salatalık turşusuna, levreğe, çeşit çeşit peynire, ekşi krema ve bol miktarda havyara saldırdılar. Herkes bu muhteşem yiyecekleri yemekle meşgulken Lenin asıl işiyle meşguldü, görüşmeler yapıyordu oradaki yoldaşlarla, devrim onu bekliyordu!


13 Nisan günü bir trenle Stockholm’e vardı Rus devrimciler. Merkez İstasyonun bekleme salonuna bir kızıl bayrak asılmıştı o gün. Meşhur bir fotoğrafı vardır siyah beyaz. Lenin’in elinde bir şemsiye, üzerinde kalın, şık bir palto, başında fötr bir şapka, yanında Stockholm Belediye Başkanı, hemen arkasında geniş kenarlı şapkasıyla eşi Krupskaya, onun yanında İsveçli komünistlerin lideri, arkalarında da pejmürde kılıklarıyla Rus devrimciler, hatta birisi küçük bir çocuğun elinden tutmuş, hızlı hızlı Hotel Regina’ya doğru yürüyorlar.

O gün herkes otelde odalarına çekilip sıcak bir duş alıp dinlenirken Lenin İsveçli komünistlerle buluşmaya gitti. Onlara yapacağı devrimi anlattı. Proletarya diktatörlüğünü silah marifetiyle nasıl kuracağını falan… İsveçlilerin kafası şu silah külah işine fazla basmadı, Marksizm’in silahlı mücadeleye ihtiyacı yoktu onlara göre, bu ideoloji işçi sınıfına iyi anlatılırsa seçim yoluyla iktidara gelebilirlerdi. Bu fikir Lenin’i sinirlendirdi, bu küçük burjuvalar hayal görüyordu, sosyalizm ancak savaş yoluyla gelebilirdi, devrimin yolu silahlı mücadeleden geçiyordu, burjuvazi iktidarını kolay kolay proletaryaya teslim etmezdi, bu yüzden “mutlak özgürlük proletarya diktatörlüğünden geçer” deyip kestirip attı.

*

Lenin beş parasızdı. İsveçli komünistler cömert davrandılar, sendikalar yardım etmek için sıraya girdiler, hatta sağcı Dışişleri Bakanı Arvid Lindman bile cömertçe bir bağış yaptı.

Madem bayrama gider gibi devrime gidiyordu Lenin, ona bayramlık elbise de lazımdı. Böyle üstü başı perişan, lekeli, yırtık pırtık kıyafetlerle bayrama gidilmezdi. Kafiledeki Leh sosyalist Radek’in aklına geldi, Lenin’i alıp alışverişe götürdü Drottninggatan’a. PUB mağazasına girdiler. Bir takım elbise ile ayakkabı aldı Lenin. Radek,yeni bir palto ile gömlek ve çamaşır almasını da istedi. Bunun üzerine Lenin yoldaşına şu tarihi lafı söyledi:


“Rusya’ya defile yapmaya değil, devrim yapmaya gidiyoruz yoldaş!”

*

Şu anda oğlumla beklediğimiz yerden kalkan gece yarısı treni Lenin ve yoldaşlarını alıp çıktı yola. Tornio’ya yaklaştıkça hem gerilim hem de sevinç arttı. Aslında tren bir belirsizliğe doğru yol alıyordu. Kapının arkasındaki Rusya’da onları ne bekliyordu? Bu sorunun cevabı galiba sadece Lenin’in kafasında vardı. Rusya tarafında kızıl bayraklar çekilmişti göndere. Yine de temkinli olmakta yarar vardı. Bolşevik devrimciler ikişer ikişer kızaklara bindiler. Zürih’ten ayrılalı tam altı gün olmuştu, altıncı günün sonunda dünya tarihini o günden bugüne değiştiren o büyük altüst oluşa doğru ilk adımı attılar.

*

Lenin ve yoldaşlarını Finlandiya’dan Rus İmparatorluğu’nun kalbine, başkent Petrograd’a yine bir tren götürdü. 16 Nisan gecesi Lenin’i getiren tren gara girdi. Mahşeri bir kalabalık vardı. Lenin trenden indi, paltosunun önü açıktı, yüzü üşümüş gibiydi, elinde yoldaşlarının demin verdiği kocaman bir çiçek demeti vardı. Toplanmış olan mahşeri kalabalığa seslendi.

Daha sonra “Dünyayı Sarsan On Gün” kitabını yazacak olan Amerikalı gazeteci John Reed, Lenin’i şöyle anlattı:

“Kısa boylu tıknaz bir vücut. Omuzlarının üzerinde büyük, çıplak ve çıkıntılı bir baş yerleşmiş. Küçük gözler, ucu kalkık bir burun. Geniş bir ağız ve dolgun dudaklar. Şimdi iyi tıraş edilmiş ancak geçmişte ve gelecekte iyi tanınacak sakalın hemen tüylendirdiği bir çene. Üzerine uymayan kıyafetler giyinmiş. Pantolonu da kendisine göre uzun. Bir ayaklanmanın ilahı, belki de tarihte en çok sevilen ve yüceltilen liderlerden biri izlenimini bırakmıyor. Garip bir popüler lider. Sadece akıllı olduğundan dolayı lider. Renksiz, kaprissiz, uzlaşmaz; farklı olağan dışı özellikleri yok. Ama en derin düşünceleri basit sözlerle açıklama, somut durumu çözümleme gücü var. Ve kurnazlıkla en yüksek aydın sakınmazlığını birleştirmiş.”


Gerisi Ekim 1917’den başlayıp 1991 yılına kadar sürecek olan muazzam bir kabustur.

Bolşevik İhtilalinin tarihini yazanlar der ki:

Almanların yardımı olmasaydı Lenin asla Rusya’ya gidemezdi. Lenin olmasaydı, Bolşevikler katı bir sınıf mücadelesine girişemez, diğer partilerle uzlaşma yoluna giderlerdi. Lenin olmasaydı, Bolşevik ihtilali bırakın başarılı olmayı, muhtemelen asla olmayacaktı.

Olan biten her şeyi Winston Churchill şu veciz sözüyle özetledi:

“Almanya Rusya'ya çok korkunç bir silahla saldırdı. Lenin'i İsviçre’den kalkan mühürlü bir vagona yükledi ve veba virüsü gibi saldı Rusya’ya.”

Bu durumda şunu rahatlıkla söyleyebiliriz:

İkinci Dünya Savaşı’nı Amerikalıların Hiroşima’ya attıkları Atom bombası bitirdiyse, Birinci Dünya Savaşı’nı da Almanların Rusya’ya attığı Lenin bombası bitirdi.

*

Bizi, Lenin’in geçtiği yoldan ülkenin kuzeyine doğru götürecek trenin kalkmasına üç beş dakika kala, karımla kızım ellerinde birkaç sandviçle (smörgas) geldiler.

Hep beraber trene bindik.

adscode

İlk Yorumu Siz Yapın

Gönder